22 Ocak 2017
Tenis maçlarını izleyenler bilirler, “basit hata” oyuncuların performanslarını ve oynanan maçın istatistiklerini belirleme amacıyla takip edilen oldukça önemli bir kriterdir. Orijinal terim İngilizce “unforced error”dür, Türkçeye tam çevirisi de “zorlanmamış hata”dır. Yani aslında oyuncuyu hata yapmaya zorlayan hiçbir dış şart yokken gerçekleşen hataları temsil eder. Ne rakip oyuncunun sıkıştırıcı bir sert vuruşu, ne ters köşeye düşen bir topa ulaşma telaşı ne de falsolu bir topun yaratabileceği kafa karıştırıcılık. Hiçbiri mevcut değilken, tüm kontrolün tamamen oyuncuda olduğu ve normalde çok kolaylıkla gerçekleştirebileceği bir durumda yapılan garip hatalarla kaybedilen puanlardır.
Ayrıca basit hatalar öyle pek nadir rastlanan nicelikte de olmuyorlar. İstatisiklere göre en üst seviye oyuncular dahi her sette yaklaşık ortalama on basit hata ile oynuyorlar. Bu da beş setlik bir maçta elli hata gibi devasa bir rakama ulaşabilecek bir maç kaybetme potansiyeli yaratabiliyor. Örneğin 2013 Amerika Açık Tenis Turnuvasında kazanılan puanların üçte biri basit hatalar ile geldi. Yani her üç puandan biri oyunculardan birinin aslında çok kolay bir vuruşu hatayla sonuçlandırmasıyla karşı tarafın hanesine yazıldı. Ve kazananı tayin eden de büyük ölçüde bu oldu.
Peki nasıl oluyor da dünyanın en iyi tenişçileri dahi bu hatalara düşebiliyorlar? Üç yaşında tenise başlayıp sonraki yirmi-yirmibeş yıl her günü en az altı saat antrenman yaparak geçiren, harika fiziğe ve tekniğe sahip, yüksek maddi ödüllerle motive olmuş bu oyuncular, önlerinde kocaman bomboş bir tenis kortu var ve üzerilerinde hiçbir rakip baskısı yokken, topu nasıl dışarı atıyor ya da fileye takabiliyorlar?
Cevap basit, rakip baskısı yok gibi gözükse de içsel rakibin (sahte benlik egonun) baskısı yaşamda diğer her durumda olduğu gibi oyunlarda da potansiyeli kısıtlayıcı bir etki gösteriveriyor. Ego kaybetmekten nefret eder, kaybederse kırılır, üzülür hatta ölebilir, kişiyi depresyona sokabilir. Sadece bir para ödülünü kaybetmek de değil, oyunu kaybetmek, rakibin üstünlüğünü kabul etmek çok büyük bir baskı oluşturur egonun üzerinde. Ve henüz gerçeklememiş olsa dahi bu kaybetme ihtimali, oyunun her anında her vuruşu yönlendiren korku, endişe ve kaygı olarak ortaya çıkar. Ve son derece basit bir vuruş bile, hata yapma korkusu sayesinde hata ile sonuçlanır. Sebep oyuncunun odağını “oyun”dan kopararak zihnin kontrolünde “kaybetme korkusu”na çevirmiş olmasındandır. Belki bir milisaniyedir olan biten ama hata yapmaya yeter de artar bile. Hataya odaklanmış zihin, odağı gerçeğe döndürüverir.
Bazı psikologlar “yararlı stres”ten bahsediyorlar. Eğer stres gerçekten herhangi bir seviyede yararlı olabilseydi herhalde tenisteki gibi ya da yaşamın diğer birçok farklı alanında karşılaştığımız bu hatalarla hiç karşılaşmazdık. Örneğin öğrenciler kolaylıkla yapabilecekleri soruları başarı baskısıyla yanlış cevaplamazlardı. Sadece korku ile tetiklenmeyi bilen egonun stratejileri, savunmasız kalan benliğimizin talihsizliklerle karşılaşmasına yol açar. Dikkat olumsuz ihtimallere (keybetmek gibi) yönlendirildiği anda, ona güç verilir, bu da onu hayata geçiriverir.
Teniste buna karşılık olarak bir de “winner” vardır, yani “kazanan vuruş”. Tamamen olumlu düşünce ile yapılabilecek en iyi vuruşa odaklanılarak yapılmış, oyuna ve kazanmaya odaklı vuruşlardır. Rakibi çaresiz bırakacak şekildeki bu etkili vuruşlar puanın kazanılmasıyla sonlanır. İşin düşündürücü tarafı şu ki, çoğunlukla bir tenis maçını kazanan oyuncuyu belirleyen en önemli istatistik, kazanan vuruş sayısı değil, basit hata sayısıdır. Yani bir maçı kazanmak için çok fazla kazanan vuruş yapmaktansa az basit hata yapmak yeterlidir! Maçların çoğunda bu istatistik geçerlidir.
Yaklaşık 20 yıldır tenis maçı izleyen biri olarak bu istatistik bana çok ilginç gelir çünkü kazananı belirleyen etken tamamen mantığına aykırıdır. Çünkü o seviyede o hatalar kesinlikle beklenmedik, negatif mucizeler gibidir. Ve sadece bunları yapmamak bile çoğunlukla oyunu kazanmaya yetebiliyor! Yaşamda da böyle değil mi? Ne zaman kendimizi kontrolsüz zihnimize bıraksak odağımız dağılıp istemediğimiz durumlarla karşılaşmıyor muyuz?
Gizli bilinçaltı korkularının yönettiği yaşam, adeta tenis istatistiklerinde vücut bulmuş! Ama hiç unutmamak lazım ki raket her an sizin elinizde, hayatınızın kontrolü gibi! Önünüzde bomboş bir oyun alanı var, bırakın kaybetme korkusunu ve endişeyle değil, cesaretle vurun topa. Kaybetmemek için değil, kazanmak için oynayın. Hayatta kalmaya değil, özünüzü özgürce ifade ettiğiniz bir yaşama çaba gösterin. Keşfedin özgürce, gösterin kim olduğunuzu hayata ve yaşayın hayat macerasını. Kazanmanın gerçek yolu bu, aslında kaybetmenin kesinlikle imkânsız olduğu bir yol. Hayatı bir oyun alanı gibi görüp sadece an’a odaklanarak yaşayın ki, gerçekten vermiş olun bizlere bahşedilmiş bu mucize yaşamın hakkını.
Sevgiyle kalın.